“Spaceliner” ARTER
15/05/-02/08/2015
Haydar AKDAĞ
Geçtiğimiz günlerde ARTER’de
izleyicisi ile buluşan “Spaceliner” sergisinin odaklandığı nokta her ne kadar
çağdaş desen üretiminde çizginin malzeme deneyimi ile mekansallaşmasına dair
yöntem ve yaklaşımları sergiliyor olsa da benim sergiden aldığım fikir bunun
biraz daha üstünde.
Sergide yer alan 17 sanatçının
çağdaş desende çizgiye sıkıştığını düşünmüyorum. Belki çocukça bir zihinsel
yolculukta, ilk okulda öğrendiğimiz şeylerin başında gelen nokta ve çizgiyi hatırlamak gerek. Her
ikisinin tariflerinde sonsuzluklar, ışınlar, paralellik, açılar ve zamanla
bilgilerimiz gelişerek noktanın-çizginin evrendeki fiziksel değeri ile fikirsel
sınırları üzerine sonsuz bir düşünce içinde bilgimiz, ve zamanla dönüşen biz...
Sergide yer alan eserlerin
üretimde çizginin bir yerde organik at kılı kullanarak işlerini üreten
Christiane Löhr’den , pleksiglas yüzeyi üzerine keçeli kalemle çizgileri
ifadesinde kullanan Pia Linz’e değin izlediğimiz bu güzel serginin ortak ve
samimi şekilde izleyiciye geçen bir sanat anlatısı var. Mekan içinde izlenen
şeffaflık serginin tümüne hakim. Burada vurgulamak istediğim ve daha
ziyadesiyle sergiyi izlerken hissettiğim mekansallaşma çabası içinde çizginin
ya da sanatın evrende hiçte işgalci olmadığı, hatta çizgiler arasındaki
boşluklarda gördüğümüz mekanın katı beton; yani alçısı çekilmiş pürüzsüz
duvarı, tavanı-tabanı hala varlığını sürdürmektedir. Eser kendini gösteriyor,
varlığını kanıtlıyor; öte yandan binanın kendine ait fiziksel gerçeği de
çırılçıplak yaşamını sürdürüyor.
Sanat için alan ihtiyacı hiçte kibirli, büyük yapılar istemediğini gösteriyor. Burada çizginin yanına ilişen ikinci çizginin kendi ekseninde evrende asılı kaldığı, yaşamını sürdürürken işgalci olmadığını, ötede yaşayanın yaşam hakkına engel olmadığını göstermektedir. Çizginin resim, heykel ve mimarlık gibi bütün grafik çözümlemelerde teknik değerinin yanında, sanatın alan ihtiyacını kavramaya çalışmak, bunun içinde çizginin kavramsal olarak üstlendiği net duruşu düşünme ve nefes alma imkânı vermiştir.
Sergide yer alan sanatçılardan
Heike Weber’in 2015’te ürettiği “Yankı” çalışmasının siyah zemin üzerinde
beyaz, üst üste binen halkaları uzamı sorgularken oluşturduğu rahatsız edici
etkinin sadece optik illüzyonlar değil benim için. Mekanın içindeki ana öğeler olan
mimarı nişleri dahil ederken müdahalesiz bırakması, düzensizliğin içinde
düzenin var olduğunu söylemesi, gözün inkar etmeye neredeyse yaklaştığı mekanı
tekrar hatırlatarak gerçekle çarpışmayı sağlıyor. Yankı’yı izlerken etkili illüzyon
içinde tekrar aklınızına bir mekanda olduğunuzu hatırlatması, evrende bir
yolculuk yaparken dünyanın yörüngesinden-yerçekiminden kurtulamamak gibi
geliyor. Bu nedenle sanatçının yaratmak istediği rahatsız edicilik son derece
başarılı olmuş, buradaki sancım; bireysel olarak yeteri derece de özgürlük
hissetmediğim bir izleme alanı içinde son günlerde ihtiyaç duyduğumuz nefes
alma durumunu, soluğumuzu saya saya kendimizi sakinleştirmemizi çağrıştırıyor
olduğundandır.
Heike Weber’ile sergide aynı katı
paylaşan diğer bir sanatçı olan Sandra Boeschenstein’nin “Yeniden
Canlandırılmış Zaman Sınırları ve Yeniden Yatırım Yapılmış Yürüyüşler,2015”
çalışması, kendisinin de ifade ettiği gibi “Çizgi, düşüncenin izidir” söyleminde
izleyiciyi düşünce ile silkeleyen bir etkiye sahip. Kurguları gerçek üstü
tanımlamak ilk izlediğinizde söyleyebilirsiniz ancak insanlık tarihinin
biriktirdiği “her şeyin” ve bir sanatçının tarih boyunca kullandığı “çizginin”
yolculuğu taşıdığınız varsa evrensel bir vicdan, ona sert bir tokat atıyor.
Sanatçının yarattığı imgeler ve onun izleyicinin hafızasındaki uzamları her
coğrafyada izleyiciyi düşünmeye tetikleyecektir. Anadolu’da bir söz vardır,
dertlenen ve halinden memnun olmayan kişi taşıdığı sıkıntıyı küfede yük sayar
ve der ki “Sırtımdan gitti”. Asıl söylemek istediği ömürdür. Boeschenstein’in
kaleminin dokunduğu şeyler uygarlık tarihine de her hangi bir zamana değil her
an’a düşünceli bir işaret veriyor.
Serginin içinde yer alan her
sanatçıdan elbette bahsetmek büyük keyif olacaktır. Ancak beni ilk izleyişte
düşünceye sevk eden durumları ifade etmeye öncelik vermekteyim. Sanatçı Gözde
İlkin’nin “Boğaz Turu,2014-2015”
çalışmasının panoramik estetiği, ifadesinde kadınlara özgü el işi
tekniklerini çağdaş bir malzeme olarak kullanmasındaki başarı bir yana, asıl
vermek istediği toplumsal mekan ve insan ilişkileri üzerine sanatçının
düşüncesini ifade ettiği eserinden bir kolajdan tabiri caiz ise cımbızlayarak
ayırıp üzerine düşündüğüm bir şeyi paylaşmak istiyorum. Eser detayında Galata
Kulesi’nin dibine işeyen iki figür var.
Geçtiğimiz aylarda belediyenin bir kafe işletmesi olan şirketi bu alanda
mekanlaşmaya gitmek istedi. Tarihi yerlerin önemi-değeri var mıdır yok mudur
tartışması sanıyorum siyah ve beyazın arasındaki farkı tartışmaya benzer. O
nedenle “Böyle sanatın içine tükürürüm” diyen yerel yöneticen, tarihsel bir
değer dibine konstrüksiyon koyarak tahrip edicilikle bir mekana giden bir başka
yerel yönetim anlayışına durulan tavrı bir çizgi olarak ele aldığımızda, bu
tavır ve söylem hayatımızda yer almayı denemiştir. Bu kabul edilemez söylemin
ürettiği şiddette cabası. Bütün bunların yanında bir çizginin sanatın diliyle
kendine yarattığı alanın düşüncedeki yeri, tartışılmaz değeri. Kentin
panoraması içinde bu şehirde yaşanılan bütün gerilimlere yapılan göndermenin
söylenme ve söylemeden daha çok durumu ortaya koyan, izleyicinin düşünmesini
sağlaması “Spaceliner” sergisinin içinde yer alan keyifli işlerden biri olarak
aklımda kalıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder