30 Haziran 2015 Salı

Sanat Yapıtı Hayata Nasıl Karışır (!/?) +mı acaba (!/?)


Haydar AKDAĞ

Sanat Yapıtı Hayata Nasıl Karışır (!/?)

+mı acaba (!/?) 

Sanat yapıtını tanımlamaya çalıştığımızda birçok ses yükselecektir. Kuşkusuz, bunlar kendi üretimlerini de sanat tanımı içine dahil etmek isteyenler olacaktır. Zamanın her diliminde ayrıcalıklı, kutsanmış ya da ötekileştirilmiş sanat/sanatçı, yapıtını tarihe dahil etmekte önce akli, sonra sosyo-siyasi mücadelesini göstermiştir. 

Zamanın ruhu toplam bir üretimi kucaklar. Bu üretim tarım toplumu-sanayi toplumu ayırt etmeksizin kültür üretimini inşa eder. Sınıfsal mücadelelerin tarihin her saniyesinde yaşandığını biliyoruz. Buradaki çatışmanın belki en asimetrik silahı sanat olacaktır. Bugün bir burjuva ve seçkinlerin sanat tarihini anlatırken, işçi sınıfının sanat ve yapıtını konuşmaya geldiğimizde; post-modern bir söylemde, gelişen demokrasi ve buna bağlı siyaset felsefesinin toplumların ya da bir başka değişle sistemin/devletin çalışması için zorunlu olduğu için konuşuyoruz.  Dolayısıyla buradaki estetik temsil ve onun okuma biçimi kültürel ve sınıfsal farkları bir meydan muharebesi gibi tartışmaya açacaktır.

Teknoloji ve ekonomi ne kadar gelişirse gelişsin, burada ki en önemli şey ulaşılabilirlik ve düşüncenin tartışılabilmesi- hatta onun bilgisine sahip olmakla ilgilidir. Medya gücü, internet bir Pazar dili yaratmış, renkleri ve formları vardır. Ancak üretimin artık sorun olmadığı bir dönemde muhalif renk ve biçimler temsil hakkını aramakta, kamuoyunu yaratmaktadır.

Sanat yapıtının kutsal bir büyüsü var mıdır? İnsan günlük kaygılarından ve sosyo-ekonomik tablodaki konumunda, bilgi ve felsefesi olan kuramın estetiğini hangi bilgi ve deneyimle anlayacaktır? Üst paragrafta sorduğum gibi; salt bir işçinin, yaşamsal kavgasının estetiğini nedir? Hangi sanatsal üretimle teması, hangi mekan ve zamanda yaşar?

Beyaz küp içine giren, müzede olan, ekonomik değeri olan şey yada şey’ler sanat yapıtı olarak tarihi yazan kalemin ucunda kendine kimlik buluyor olabilir mi? Sanat yapıtını nasıl belgeleriz? Sadece kitaplara giren, yazılı kültürde belgelenmiş olan yapıtlar mı sanat tarihini ve sanatçının varlığını kanıtlar? Merkezden uzak, bir yaşımı seçmiş kimsenin, kendi hayatında yaptığı ve ona haz veren bir biçim-renk ile meydana gelmiş şey, izleyicisi için sanat olurken ve onunla hayata karışmış bu nesnenin, merkezci ve egemen güçler için değeri nedir? Farkında mıdır olup bitenden?

Kant’ın, yargılama yetisinin eleştirisi (1790)’daki metin ve analizine, sanat hakkındaki genel görüşler kısmında “Hukukta, yalnızca özgür olarak yapılan üretime, yani aklı eylemlerinin temeline oturtmuş özgür birinin gerçekleştirdiği üretime sanat adının verilmesi gerekir.” (Lenoir,Beatrice Sanat Yapıtı sayfa 95) Bu pencereden baktığımızda merkezden uzak, özgür üretimi gerçekleştirmiş olan bir çiftçi sanat yapıtını inşa etmiş midir?

İnsan ve Kültür ilişkisini incelediğimizde, konuya ilk girişte bütün üretime şu göz ve sorularla ulaşabiliriz;

1-Tanrı onları öyle (farklı) yaratmıştır-teolojik açıklama;
2-Irkları ve renkleri farklıdır- ırksal açıklama;
3- Akılları veya ruhları (esprileri) farklıdır- psikolojik açıklama;
4- Tarihleri ve töreleri farklıdır- tarihi ya da etnolojik açıklama;
5- Üzerinde yaşadıkları doğal çevre farklıdır- coğrafi açıklama;
6- Ekonomileri (üretim ilişkileri) farklıdır- ekonomik açıklama;
7- Aile, din ve eğitim sistemleri farklıdır- sosyolojik açıklama;
8- Yönetim ve hukuk sistemleri farklıdır- siyasi açıklama
(Güvenç, Bozkurt İnsan Ve Kültür sayfa 5)

Yukarıdaki yaklaşımlara yenileri de eklene bilir. Ancak burada bir eserin tarihte ve yaşamda değerini-konumunu sorgularken, toplumun kendi üretim diline- üretim/insan/çevre/ekonomi ve böyle sıralayarak gideceğimiz bir zincir içinde sanat biliminin kendi bilgisini ve nesnesini nasıl ürettiğini görmek gerekir. Sanat eseri üretildiği zaman, mekan, amaç ve işlev bakımından bakıldığında akla estetik hazların nesneye bulaşması ihtiyacı düşünüle bilinir mi(!/?) Ve edebiyat, felsefe, müzik, resim, heykel, dokuma, vb.  sanatın bir parçası mıdır (!/?)
 
27.02.2015

 

16 Haziran 2015 Salı

Ali Kazma “Zamancı” ARTER


Yazının yayımını şimdiye bıraktık.
Mevzu zaman olunca...
H.A



Ali Kazma “zamancı” ARTER

Yaşamı başladı sayarsak, ölçü olarak kullanacağımız değerlerden biri de hiç kuşkusuz zamandır. Zamanın öğüttüğü yaşam ya da tam tersi perspektifte hayatımızda dövüne dövüne eskittiğimiz zaman… Usta şair Nazım Hikmet’in bir şiiri geldi aklıma, paylaşmak isterim;

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ona sorarsanız: ´Lafı bile edilemez, mikroskobik bir zaman...´
Bana sorarsanız: ´On senesi ömrümün...´
Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi
Ona sorarsanız: ´Bütün bir hayat...´
Bana sorarsanız: ´Adam sende bir hafta...´”…

Sahi (!/?), Zamana nasıl yaklaşmalı; hangi yolla bağlamalıyız düşüncelerimizi? Duygular gibi tekil/sübjektif değerlendirmeyle mi; yoksa öte yanda ortak aklın üretimi olan teknik/bilim ile mi? İnsanın kurguladığı medeniyet, ihtiyaç için üretimden; tüketim için üretime geldiğimiz sosyo/ekonomik düzen içinde bunca fazla “şey” arasında zaman hala güçlü, inkâr edilemez.

Sanatçı Ali Kazma’nın ARTER’de “zamancı”, Ali Kazma’nın 2005’ten bu yana ürettiği işler arasından seçilmiş ve pek çoğu Türkiye’de ilk kez gösterilecek olan 22 videoyu bir araya getiriyor. Sanatçının işlerine bütünsel bir bakış niteliği taşıyan serginin küratörlüğünü,55. Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’ndaki “Rezistans” (2013) adlı projesinin de küratörlüğünü yapmış olan ARTER Sergiler Direktörü Emre Baykal üstleniyor.

 
Düşünen insan her şeyin farkında olmaya aday(!/?)
 

Sanatçını “zamancı” sergisini okumak için elbette kendi zaman yolculuğunu yakından bilmek önemli olacaktır. Ancak ben bir izleyici olarak perdeye yansıyan görüntünün bütün yükünü, büyüklüğünü, kayıt altındaki kot işçisini, ütücüyü, bant sisteminde üretimi, bir saat tamirini, bir uçuş pistinde adrenali, sözleri resmedercesine yazı yazmayı, fırında pişen camı; ocağın sıcaklığını, teri, nemi ve emeği… Hani üretiyoruz, rakamlar büyüyor, buluşlar artıyor, nüfusu yedi milyar bir dünya, vs.vs… Ve araya sıkışmış olan zaman, yirmi dört saate sıkışmış insanı… İnsanı zamandan, zamanı insandan ayıramadım. Metamorfozu yaşayan; kozadan kelebek olan yaşamın ritmi kendini fark ediyor mu bilemiyorum, ancak düşünen insan her şeyin farkında olmaya aday(!/?) Bir eski saat tamiri ve…Bütün üretim çabasının, bu eskiyi onarmaksa eğer; muhafazakâr bir estetiği canlı tutmak diye bilirim. Ya da tam tersi son model bir araba için kurulmuş olan bant sisteminden de yeni formun heyecanı… Üstelik seneye yenisi gelecek… Son sözünü henüz söylememiş, daha düşünmemiş; yazmayı sürdüren bir yazı sanatçısı… itina ile kusursuz, standartları; estetik ve ortak aklın sosyo/ekonomik düzenin yasasının denetiminde var olma çabası. Her meslek, her saha, her mekân, her zaman…  Tekrarı olan üretimleri izlerken hissedilen duygu ile tekrarı mümkün olmayan bir cam işi, veya elin/duygunun/sözün aynı noktaya gelemeyeceği bir üretim çabası.

 
Kendimize bir uzuv yapmıyoruz, ruhsuz ve onun tekelinde dökülen ter…(!/?)

 
“Zamancı” sergisini gezerken kendime ne yapıyoruz diye sordum. İnsanlık makineleri icat ediyorken kendisi makinanın bir parçası olmuştu. Kendimize bir uzuv yapmıyoruz, aksine yeni bir beden üstelik ruhsuz, onun tekelinde ter döküyoruz. Bütün sergiyi gezerken üretim telaşında olan dünyayı, üretimin gürültüsünü, rüzgârın pervasız yeryüzünü okşamasını duydum, fakat insanlık konuşmuyordu (!/?) İnsanlar sessiz, makineler konuşuyor; yeryüzü tıkanmış; insanlık yorgunluktan yutkunamıyor. Bütün gürültü medeniyet kurgusunda makinelerin… Biz artık yokuz. Yaşamı anlatmak için zorla susturuluyor, video’ teknolojisinin imkânların da hayatı belgeliyoruz. Belki bu videolar yeni ansiklopediler olacak. Benim nezdimde duygular belgelenmiş, buz gibi bir koşulda dondurulmuştur. Çözülme, makineler sustuğunda olacaktır. Yazıya başlarken şöyle sormuştuk “Zamana nasıl yaklaşmalı; hangi yolla bağlamalıyız düşüncelerimizi? Duygular gibi tekil/sübjektif değerlendirmeyle mi; yoksa öte yanda ortak aklın üretimi olan teknik/bilim ile mi?” . Duygularımızın deneyselliğini, üretim katı gerçekliği altında nasıl ezildiğini, sustuğumuzu ve ısrarla seçtiğimiz sosyo/ekonomik bu küresel modeli değiştirmek için düşünmenin tam sırası. Teşekkürler Ali Kazma…

 

Haydar AKDAĞ 10.04.15

9 Haziran 2015 Salı

INTERNATIONAL VISUAL ARTS GATHERING *2

INTERNATIONAL VISUAL ARTS GATHERING *2
11-23 JUNE 2015
KEDI KULTUR MERKEZI
IZMIR
 

                                      

4 Haziran 2015 Perşembe

“Spaceliner” ARTER ' üzerine (!/?)


“Spaceliner” ARTER 15/05/-02/08/2015

Haydar AKDAĞ

Geçtiğimiz günlerde ARTER’de izleyicisi ile buluşan “Spaceliner” sergisinin odaklandığı nokta her ne kadar çağdaş desen üretiminde çizginin malzeme deneyimi ile mekansallaşmasına dair yöntem ve yaklaşımları sergiliyor olsa da benim sergiden aldığım fikir bunun biraz daha üstünde.

Sergide yer alan 17 sanatçının çağdaş desende çizgiye sıkıştığını düşünmüyorum. Belki çocukça bir zihinsel yolculukta, ilk okulda öğrendiğimiz şeylerin başında  gelen nokta ve çizgiyi hatırlamak gerek. Her ikisinin tariflerinde sonsuzluklar, ışınlar, paralellik, açılar ve zamanla bilgilerimiz gelişerek noktanın-çizginin evrendeki fiziksel değeri ile fikirsel sınırları üzerine sonsuz bir düşünce içinde bilgimiz, ve zamanla dönüşen biz...

Sergide yer alan eserlerin üretimde çizginin bir yerde organik at kılı kullanarak işlerini üreten Christiane Löhr’den , pleksiglas yüzeyi üzerine keçeli kalemle çizgileri ifadesinde kullanan Pia Linz’e değin izlediğimiz bu güzel serginin ortak ve samimi şekilde izleyiciye geçen bir sanat anlatısı var. Mekan içinde izlenen şeffaflık serginin tümüne hakim. Burada vurgulamak istediğim ve daha ziyadesiyle sergiyi izlerken hissettiğim mekansallaşma çabası içinde çizginin ya da sanatın evrende hiçte işgalci olmadığı, hatta çizgiler arasındaki boşluklarda gördüğümüz mekanın katı beton; yani alçısı çekilmiş pürüzsüz duvarı, tavanı-tabanı hala varlığını sürdürmektedir. Eser kendini gösteriyor, varlığını kanıtlıyor; öte yandan binanın kendine ait fiziksel gerçeği de çırılçıplak yaşamını sürdürüyor.
 

Sanat için alan ihtiyacı hiçte kibirli, büyük yapılar istemediğini gösteriyor. Burada çizginin yanına ilişen ikinci çizginin kendi ekseninde evrende asılı kaldığı, yaşamını sürdürürken işgalci olmadığını, ötede yaşayanın yaşam hakkına engel olmadığını göstermektedir. Çizginin resim, heykel ve mimarlık gibi bütün grafik çözümlemelerde teknik değerinin yanında, sanatın alan ihtiyacını kavramaya çalışmak, bunun içinde çizginin kavramsal olarak üstlendiği net duruşu düşünme ve nefes alma imkânı vermiştir.

Sergide yer alan sanatçılardan Heike Weber’in 2015’te ürettiği “Yankı” çalışmasının siyah zemin üzerinde beyaz, üst üste binen halkaları uzamı sorgularken oluşturduğu rahatsız edici etkinin sadece optik illüzyonlar değil benim için. Mekanın içindeki ana öğeler olan mimarı nişleri dahil ederken müdahalesiz bırakması, düzensizliğin içinde düzenin var olduğunu söylemesi, gözün inkar etmeye neredeyse yaklaştığı mekanı tekrar hatırlatarak gerçekle çarpışmayı sağlıyor. Yankı’yı izlerken etkili illüzyon içinde tekrar aklınızına bir mekanda olduğunuzu hatırlatması, evrende bir yolculuk yaparken dünyanın yörüngesinden-yerçekiminden kurtulamamak gibi geliyor. Bu nedenle sanatçının yaratmak istediği rahatsız edicilik son derece başarılı olmuş, buradaki sancım; bireysel olarak yeteri derece de özgürlük hissetmediğim bir izleme alanı içinde son günlerde ihtiyaç duyduğumuz nefes alma durumunu, soluğumuzu saya saya kendimizi sakinleştirmemizi çağrıştırıyor olduğundandır.

 

Heike Weber’ile sergide aynı katı paylaşan diğer bir sanatçı olan Sandra Boeschenstein’nin “Yeniden Canlandırılmış Zaman Sınırları ve Yeniden Yatırım Yapılmış Yürüyüşler,2015” çalışması, kendisinin de ifade ettiği gibi “Çizgi, düşüncenin izidir” söyleminde izleyiciyi düşünce ile silkeleyen bir etkiye sahip. Kurguları gerçek üstü tanımlamak ilk izlediğinizde söyleyebilirsiniz ancak insanlık tarihinin biriktirdiği “her şeyin” ve bir sanatçının tarih boyunca kullandığı “çizginin” yolculuğu taşıdığınız varsa evrensel bir vicdan, ona sert bir tokat atıyor. Sanatçının yarattığı imgeler ve onun izleyicinin hafızasındaki uzamları her coğrafyada izleyiciyi düşünmeye tetikleyecektir. Anadolu’da bir söz vardır, dertlenen ve halinden memnun olmayan kişi taşıdığı sıkıntıyı küfede yük sayar ve der ki “Sırtımdan gitti”. Asıl söylemek istediği ömürdür. Boeschenstein’in kaleminin dokunduğu şeyler uygarlık tarihine de her hangi bir zamana değil her an’a düşünceli bir işaret veriyor.
 

Serginin içinde yer alan her sanatçıdan elbette bahsetmek büyük keyif olacaktır. Ancak beni ilk izleyişte düşünceye sevk eden durumları ifade etmeye öncelik vermekteyim. Sanatçı Gözde İlkin’nin “Boğaz Turu,2014-2015”  çalışmasının panoramik estetiği, ifadesinde kadınlara özgü el işi tekniklerini çağdaş bir malzeme olarak kullanmasındaki başarı bir yana, asıl vermek istediği toplumsal mekan ve insan ilişkileri üzerine sanatçının düşüncesini ifade ettiği eserinden bir kolajdan tabiri caiz ise cımbızlayarak ayırıp üzerine düşündüğüm bir şeyi paylaşmak istiyorum. Eser detayında Galata Kulesi’nin dibine işeyen iki figür var.  Geçtiğimiz aylarda belediyenin bir kafe işletmesi olan şirketi bu alanda mekanlaşmaya gitmek istedi. Tarihi yerlerin önemi-değeri var mıdır yok mudur tartışması sanıyorum siyah ve beyazın arasındaki farkı tartışmaya benzer. O nedenle “Böyle sanatın içine tükürürüm” diyen yerel yöneticen, tarihsel bir değer dibine konstrüksiyon koyarak tahrip edicilikle bir mekana giden bir başka yerel yönetim anlayışına durulan tavrı bir çizgi olarak ele aldığımızda, bu tavır ve söylem hayatımızda yer almayı denemiştir. Bu kabul edilemez söylemin ürettiği şiddette cabası. Bütün bunların yanında bir çizginin sanatın diliyle kendine yarattığı alanın düşüncedeki yeri, tartışılmaz değeri. Kentin panoraması içinde bu şehirde yaşanılan bütün gerilimlere yapılan göndermenin söylenme ve söylemeden daha çok durumu ortaya koyan, izleyicinin düşünmesini sağlaması “Spaceliner” sergisinin içinde yer alan keyifli işlerden biri olarak aklımda kalıyor.

 Spaceliner, sergisi Barbara Heinrich küratörlüğünde kendini izleten, vaktin nasıl geçtiğini pekte fark etmediğiniz bir yerleştirmedir. Çizginin aldığı rolü bir kere daha düşünürken, her sanatçının dokunuşundaki  yaratıcılık ve düşünce yeni bir nefes aldırmakla kalmıyor; ayrıca çizginin bir  heykel olabileceğini hissettirdiği, sanatçıların üretimindeki tavırla ortaya çıkan şeffaflık, alan içinde üç boyutlu bir histe egemenlik alır ama asla işgalci olamaz. Kaldı ki işgalci olsa ne olur! Sanattan korkan bir dünya mıdır yaşadığımız, yoksa bir coğrafyanın sınırları, bir ülkenin sanata dair sanal çizgileri arasında sert bir gerçeklik midir yaşadığımız(!/?)  28.05.15